İçime uçsuz bucaksız bir cennet bıraktın, hoşça kal babacım!
Babam öldü. Son bir senedir çok hastayken bu anı düşündüm. Babamın ölümü üzerine ne derim, ne olurum, nasıl anlatırım, anlatmak ister miyim ya da anlatacak bir şey kalır mı?
Babam, ‘kurtuldu’ türü gitti. Bu bize bir teselli oldu. Tatlı arkadaşlarımız, ne söyleyeceğini bilemeyen başsağlığı mesajları öyle dedi. Bence babam zaten gücü olsa çat diye kendini öldürmek isterdi. Başkasına bir saniyecik yük, azıcık muhtaç olmak, üzüntü vermek en büyük korku ona.
Yıllarca beraber çalıştığı güzel ‘çocukları’ ta Bodrum Gündoğan Köyü mezarlığına geldiler, en sıcak anılarını anlattılar; tahmin etmediğim, onun da hiç beklemediği içtenlikle, kalbimiz parçalanarak uğurladık.
Kalbim paramparça…
Ama ben dönüp dönüp hırkasına, kahve fincanına, delikleri aşınmış eski saatine üzülüyorum. Gözlükleri sehpada yalnız yalnız durdukça içim parçalanıyor. Gökyüzü azıcık puslu olduğunda onun gibi “Ne güzel uyku havası” diye salyangoz gibi kıvrılmak istiyorum. Sonbaharları nasıl çaktırmadan sevdiğini, sıcak bir çorba içmeyi hiçbir şeye değişmeyeceğini düşünüp bulutlara üzülüyorum.
Sonra güneş açınca Ege’nin güzelliğine her sabah, öğlen, akşamüstü şükredişini, yıldızlarla rakı sofralarını, ay batarken hüzünlü şarkıları hatırlıyorum. Kulağımda bir şeyler çınlıyor. Hep yumuşak, sonsuz sevgi dolu ismimi söyleyen bir ses, bazen neşeli, heyecanlı; bazen evham, keder dolu.
class=’cf’>
Çok kişi bilmez; yılların parlamento muhabiri Baki, 80’lerde, TRT’de ‘Spor Haberleri’nin başındaydı.
Bense ‘TV Haberleri’nde, dış haberlerle dünyayı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor, bir yandan da Avrupa Yayın Birliği’yle (EBU) haber alışverişini koordine ediyordum.
Masamdaki telefonu kaldırdığımda sesi her zamanki sakinliği ve dinginliğindeydi: “Hazırlan!” dedi, “Gidiyoruz!”
“Nereye?” dedim şaşkınlıkla…
“Los Angeles Olimpiyatları”na…
Bir ay kadar sonra Los Angeles Havaalanı’na inen ve her biri alanında usta, sekiz kişilik TRT ekibinin içindeydim. Arkadaşlarımız yayınları anlatacak, bense EBU’yla koordinasyonu üstlenecektim.
Hayatımızın en ilginç ve renkli deneyimlerini yaşamanın başındaydık.
Kentteki bir sürü Holiday Inn oteli arasında, kalacağımız otelin adresini karıştırmaktan daha odalarımıza yerleşir yerleşmez her birimizin telefonuna bırakılan Asala’nın tehdit mesajlarına, Olimpiyat Komitesi’nin ofisimize koyduğu ve hayatımızda ilk kez tanıştığımız bilgisayar monitörlerine meraklı ve şaşkın gözlerle bakmaktan paylaştığımız zafer ve yenilgi haberlerinin sevinci ve kederine kadar… Pek çok hatıra…
Ama benim için ‘sürprizin büyüğü’ heybedeydi daha:
Oyunların sonuna doğru ofise girdiğimde Baki elindeki yayın planını uzattı: “Bugün öğleden sonra ritmik jimnastik finalleri var yayın akışımızda” dedi, yine her zamanki sakin haliyle…
“Yani?” dedim.
“’Yani’si şu ki, anlatacak adamımız yok. Komite işleri karıştırdı, finaller çakıştı, ekipteki herkesin kendi yayını var!”
Sonra her zamanki muzip bakışlarından birini fırlattı.
“Aklından bile geçirme!” diyecektim ama… O, çoktan benim anlatmama karar vermişti bile…
Bir yol gösteren çıkar, denemekten niye korkalım…
‘Çözümsüz’ diye bir şeyi tanımıyordu. Daha sonra yıllar süren kader ortaklığımızda, en zor zamanların çıkmaz sokaklarından birlikte çıkabileceğimizi o gün anlamıştım. Panik, yayıncılıkta ‘bütün başarısızlıkların anası’ydı ve Baki’nin hayatında paniğe yer yoktu.
Yayına altı saat vardı ve ritmik jimnastik yalnızca benim için değil, herkes için yabancı bir daldı.
Türkiye’de spor yayıncılığında yeri asla doldurulamayacak rahmetli Kenan Onuk kendi yayınına hazırlanıyordu:
“Kenan kardeşim!” dedim, “Yetiş!”
“Valla, bana her şeyi sor, bunu sorma!” dedi.
Çaresiz, elimde kuralları anlatan kitapçıklarla salonun yolunu tuttum. Daha önce de yazmıştım bu anıyı: Orada komşu yayın kabininde rastladığım İsviçreli, ‘ak saçlı’ bir bilge yayıncı yetişti imdadıma… “Kuralları boş ver!” dedi, “bu işin felsefesi var, ondan bahset anlatırken…” Sonra da yanıma oturup bir saat kadar çok değerli, şaşırtıcı ve anlamlı bilgiler aktardı.
Yayından döndüğümde Baki’ye ‘ak saçlı bilge’den söz ettim. “Tamam işte!” dedi aynı sakinlikle, “Her zaman bir yol gösteren çıkar, denemekten niye korkalım!”
Sonra ekledi: “ Söyledim sana, panik yok!”
Birkaç yıl sonra TRT’de Haber Dairesi Başkanlığı’na getirildiğimde, ilk aradığım Baki oldu elbette: “Yeni bir yolculuğa çıkıyorum Baki, desteğine ihtiyacım var!”
Birkaç gün düşündükten sonra aradı: “Ne zaman başlıyoruz?”
Yalnızca omuz başımda üstlendiği Haber Müdürlüğü değil, 15 yıl sürecek ‘kader ortaklığımız’ da başladı o gün…
Birlikte, TRT haberciliğinde pek çok anlayışı değiştirdiğimiz kısa ama güzel bir macera oldu yolculuğumuz…
En pırıltılı TV habercileri onun güvenli şemsiyesi altında
Yine çoğu kişinin bilmediği bir ‘sayfa’ dan da bahsedeyim: ‘Yedinci Sayfa’.
Baki, bir yandan Haber Müdürlüğü’nü sürdürürken, cumartesi öğleden sonraları yayımladığımız bir programı da hazırlayıp sunmaya başladı.
TRT’nin o güne kadar denemediği formatta bir sohbet programıydı bu… Gündemdeki ünlülerle samimi, sıcak söyleşiler… TRT’nin ilk ‘talk show’uydu belki de, farkı gündüz saatlerinde yayımlanmasıydı.
Baki’nin ilk program konuğu mu?
Ekranlarda, belki de kendini ilk kez bu programla anlatan ve yıldızı giderek parlayan Hülya Avşar…
Ve yıllar sonra artık herkesin bildiği ve gıptayla hatırladığı ATV yolculuğumuz…
Washington macerasının ardından ATV Haber’in başına geçtiğimde ilk aradığım, yine ve elbette Baki oldu.
Özel kanalların yükseliş yıllarıydı, ATV ise daha yolun başında ve arayış içindeydi.
İstanbul’da bir kafede buluşup ATV’nin Ankara temsilciliği için görüştüğümüzde, mekânda fonda Levent Yüksel, ‘Med Cezir’i söylüyordu.
“İşte böyle, şarkıların yüreklerin kabarttığı gibi bir bülten yapalım!” dedi. Öyle de oldu.
Kısa sürede, Ankara’da inanılmaz bir ekip oluşturduk. O günlerin ve başkentin en pırıltılı TV habercileri, ‘Baki Abi’lerinin güvenli şemsiyesi altına koştular.
Tayfun Talipoğlu, Çiğdem Anad, Gürkan Zengin, Erhan Karadağ, Murat Çelik; sonraları Mirgün Cabas, Şirin Payzın, İrfan Değirmenci ve daha niceleri…
Yalnız ülke gündemini sarsan haberlere imza atmakla kalmadılar, hiç mezun olunmayan bir okulun da öğrencisi oldular. Çünkü her gün yeni bir şey öğrendiler.
Kime sorsanız, Baki Şehirlioğlu’nu yalnızca ATV’nin Ankara temsilcisi değil, o büroda, TV haberciliğine sayısız öğrenci yetiştiren bir ‘başöğretmen’ olarak hatırlar.
Öğrencilerinin ise hep ‘Baki Abi’leri olarak kalmıştır o… Yalnızca onların mı?
Başkentin siyaset koridorlarından gelip geçen ve hemen her siyasal partiden politikacılar, milletvekilleri, bakanlar için de, her zaman saygı duydukları bir ‘ağabey’di o…Yaşları daha büyük olanlar içinse adını nezaketle andıkları ‘Baki Bey’…
Sonuçta bütün politik kimliklerin, adını saygıyla hatırladığı bir gazeteciydi o…
Sağduyu, hoşgörü, empati ve vicdandı o…
Her şeye veda edip Halikarnas’ta sığındığı o huzur akşamlarında, geriye baktığında -bırakın düşmanlığı- onun hakkında ‘kem söz’ söyleyen bir tek kişinin bile olmaması en büyük zenginliğiydi.
Sağduyu, hoşgörü, empati ve vicdandı o…
Onun zenginliği, mesleği bıraktığında hepimizin yoksunluğu oldu.
Yitip giden güzel zamanların ardından, “Baki’yi kaybettik!” haberini aldığımızda derinden hissettiğimiz şeyse yalnızlık duygusuydu.
Şu kederli yalnızlığımız…
Bu kubbede bir hoş sadadan fazlasıydın Baki…
Şimdi biraz daha sessiz, biraz daha azalmış, biraz daha yalnızız eskisinden…
Kulağımda o uzun yolculuğa başlarken dinlediğimiz ‘Med Cezir’ şarkısı…
Bodrum’da sonbahar rüzgârı esiyor usuldan…
Ne desek boş…
Baki de yok artık…
“Panik yok!” dediğini duyar gibiyim bir yerlerden…
Nasıl olmasın Baki?
Yolculuğumuza eşlik eden o şarkı da, gidişinle içimizde parçalanıp kırıldı sanki…
Şimdi hayatın ve ömrümüzün ‘cezir zamanı’ndayız.