Müminin Firaseti ve Siyasi Düşünceler Üzerine
Müminin firaseti, inanç ve ahlakın birleşimiyle şekillenen derin bir anlayıştır. Bu içerikte, müminin siyasi düşüncelerinin temelleri, etik ve strateji ile nasıl birleştirildiği ele alınıyor. Siyasi bakış açınızı geliştirin!
Müminin Firaseti Üzerine Düşünceler
İstiklal Marşı Derneği’nin resmi web sitesinde yazılarına devam eden şair Özel, “Müminin Firaseti” başlığı altında gençlik ve olgunluk çağına dair derin düşüncelerini paylaştı. Bu yazıda, bireyin siyasi duruşları, inançları ve sosyalizme dair geçmişteki algıları üzerine samimi bir değerlendirme yapıyor.
Sağcıların Samimiyetsizliği
Eğer mü’minin firâseti konusunu derinlemesine kavrayabilmiş olmasaydım, Müslüman olarak anılmak benim için hiç de hoş bir durum olmazdı. Çocukluğumdan itibaren bulunduğum bu gerçeklik, aslında tam tersini gösteriyordu. İslâm’a attığım ilk adımlardan itibaren, iman gücünün her türlü güçten üstün geleceğine her zaman inandım. Gençliğimin ilk yıllarında sosyalizme olan ilgimin, iman gücümle derin bir bağlılıkla açıklanabileceğini şimdi bile düşünüyorum. O zamanlar, kendimi siyasi bir pozisyon seçme zorunda hissediyordum; ya sağcıları ya da solcuları seçecektim. Ancak sağcılar, bana her konuda (sağcılık dahil) samimiyetsiz geliyordu. Solcular hakkında ne düşündüğümü ise tam olarak hatırlayamıyorum. Sol kelimesinin, birçok anlamı olabiliyordu. Solcu denildiğinde aklıma gelenler, içimizdeki bir casus, beşinci kol mensubu ya da kısacası bir vatan haini olma ihtimaliydi. O dönemde Aziz Nesin’in Tanin dergisinde “Ben solcuyum” demesi, benim kafamda bu kelimeyi telaffuz etmenin cesaret istediği düşüncesini doğurmuştu. Kısacası, sağcıların devlete dayanarak yaşamaları, solcuların ise devlete karşı bir güvensizlik besledikleri düşüncesini pekiştirdi.
Devletin Tekelinde Siyaset
Peki, hala böyle düşünüyor muyum? Hayır, hiç de değil. Sosyalist düşünceye yakın duran insanların başına gelen olaylar, gençlik düşüncelerimin çok uzağına savrulmamı sağladı. Türklerin siyasi hayatında, siyaset III. Selim döneminden itibaren devletin tekelindeydi. Mehmet Ali Aybar, devletin kendini koruma kaydıyla ördüğü surlarda bir gedik açmıştı. Nasıl mı? 13 Şubat 1961’de sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), bir yıl sonra Genel Başkan olarak Mehmet Ali Aybar’ı benimsedi. Kuruluş ile Aybar’ın Genel Başkanlığı arasında bir yıl olmasının sebebi, kurucu sendikacıların kabul edilebilir bir genel başkan arayışında olmalarıydı. Türkiye’de sosyalizme bulaşmış ne kadar ünlü varsa hepsiyle görüştüler, fakat yalnızca Aybar bu riskli makama talip oldu. Aybar’ın bu teklifi kabul etmesinin bir şartı vardı: Kimin parti üyesi olacağına, üye olmak isteyenin dışında kimse müdahale etmeyecekti. İşte bu, Mehmet Ali Aybar’ın devletin surlarında açtığı gedikti.
Aybar-Aren-Boran Oportünizmi
Her ne kadar bu serbestiyet, gelişen olaylar içinde Aybar’ın Genel Başkanlığının sonunu getirmiş olsa da, kendi sosyalist kimliğine leke sürmeden TİP çatısı altında sığınan aydınların sayısını artırdı. O dönemde SSCB tanklarının Prag caddelerini doldurması, sol çevrelerde büyük yankı buldu. O sıralarda solcu olarak bilinen Akşam gazetesi, “Aybar Sovyetlere Çattı” başlığıyla okuyucularına duyurdu. Prag Baharı’na SSCB’nin tepkisi, “Türkiye’ye Özgü Sosyalizm” sloganı ile Aybar tarafından olumsuz karşılanınca, sol çevrelerde Aybar’a karşı sert bir rüzgar estikçe esti. Artık Aybarcılık, utanılacak bir kusur haline gelmişti. Yukarıdan bakan ve her şeyi bildiğini düşünenlerin gözünde Aybar-Aren-Boran oportünizmi silinmiş, yerine hiçbir şey gelmemişti.
Atatürk Devrimi ve Siyasi İslam Tuzakları
Türkiye Cumhuriyeti, mide bulandıracak bir pisliğin içinde çırpınıyordu. İnkılâplar, 27 Mayıs 1960 darbesi ile ad değiştirmiş ve bunların her biri “Atatürk devrimi” olarak nitelendirilmeye başlanmıştı. Devletin tekelciliği, ilericilikle kenetlendiğinde, hakka ve hakikate imtiyaz tanıyanlar bir iletişimsizlik içine mahkum oldular. Bu iletişimsizlik, Türk toplumunda imana giden yolu açtı ve genişletti. Evet, Müslüman olmamız dolayısıyla Allah’tan ümidimizi kesmeyecek ve ona güvenmeyecektik. Bu ilke, şahsen benim siyasi İslâm tuzağına düşmemi engelledi. Tuzaktan kurtulmak, kendi başına bir işe yaramaz. Önünde ele geçirilmesi gereken bir kazanç olmayan bir insan, tuzaktan kurtulunca her kötü niyetlinin kurbanı olabilir. Batı kültüründe “Erdemin kendisi kendi başına mükâfattır” anlamında bir hükme rastlayabiliyoruz. Mü’minin firâseti bu bağlamda değerlendirilebilir. Daha doğrusu, mü’min, yalnızca teveccüh ettiği temizlik kadar müminin aynası olma vasfına ulaşabilir.
Günümüz Müslümanları ve Harama Duyulan İlgi
Ömrü boyunca İsa’yı hiç görmemiş olan Pavlus, Yunanlıları kendi inancına çekmek amacıyla, Tanrı’nın insanları mükemmel bir şekilde yarattığına inanıyordu. Hem Yahudi, hem de Müslüman erkeklerin maruz kaldıkları kırpılma işleminin zorunlu olmadığını savundu. Bununla da kalmayıp, domuz çobanı olmayı övünç kaynağı olarak gören Yunanlıların gönlünü hoş etme kaygısıyla, domuz yemenin inanca zarar vermeyeceği iddiasında bulundu. Müslümanların gayri-Müslimlerden farkı, Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerinden farklılıklarının çok ötesindedir. Mü’minin firâseti, “Müslümanın Müslümana canı da, malı da haramdır” ilkesine odaklanmasıyla değer kazanır. Ancak itiraf etmek gerekir ki, günümüz Müslümanları bu değerli cevherden mahrumdur.