Ebru Şallı’dan Anneler Günü’nde yürek yakan sözler
Başın sağ olsun Ebru’cum. Evlat acısı, yeryüzündeki en büyük acılardan biri. Sen, bu büyük acıyla nasıl başa çıkıyorsun?
-Çıkıyor muyum bilmiyorum ancak. Böyle bir şey olası mü, onu da bilmiyorum. Hayatta hep zinde durmaya çalıştım, küçüklükten beri kuvvetli bir üretim var. Fakat bu, başka bir şeymiş… Hiçbir acıya benzemiyormuş! Bitiyorsun! Bundan Başka daha çok başındayım her şeyin. Bugün 22. gün. Hayatta olmadığını, nefes almadığını, bana, “Güzel annem” diyemeyeceğini, o tatlı gözleriyle derin derin bakamayacağını kabul edemiyorum. Ben Ponçik’le yaşıyorum hala…
Hala hastanede gibi mi geliyor?
-Evet. Biz iki sene çektik bu hastalığı, hastanede yaşıyor gibiydik. Son üç ayımız kötüydü. Ama hastane sürecinde çok hoş günlerimiz de oldu. Hemen de sözde hala orada, sanki gidip görebilirim… Oysa Ponçik, Zekeriyaköy’de bir mezarlıkta… Toprağın altında… Mezar taşında, 10 yaşındaki oğlumun adını gördüğümde inanamıyorum… 10 yaş nedir oysa?! Küçücüktü daha… Daha önünde yaşayacağı bir hayat vardı… Doyamadım oğluma… Hiçbirimiz doyamadık… (Ağlıyor) Sıkça gidiyorum yanına. Sohbet ediyorum. Benzeri beni duyuyor gibi geliyor. Allah’tan yemyeşil bir yer, kuşlar ötüyor filan, mezarlığın güzeli olmaz ama burası, ufak bir çocuğu korkutmayacak bir yer. Ponçiğimin enerjisi çok güzeldi, mezarlığının enerjisi de öyle. İşte orada dua ederken, “Evet ya, gitti!” diyorum. Bundan Böyle hastanede ve hayatta olmadığını oysa mezarlıktayken algı edebiliyorum… Fakat normal di mi? Çok yeni daha. Kafam gidip geliyor. Durup dururken ağlamaya başlıyorum örneğin. Kabullenme sürecindeyim belki de. Yine De 2 yıldır acı çekiyordum. Yansıtmamaya çalışsam da gerçek bu…
Niçin yansıtmamaya çalışıyordun?
-Böylece işte. Çünkü bana ihtiyacı olanlar vardı. Benim iki oğlum var. Büyük oğlumun da bana ihtiyacı vardı. Lakin en fazla Poncik’in. O, fazla şiddet bir hastalıkla çaba ederken, ben aşırı şehvetli anne olamazdım. Bu süreçte böylece paylaşımlar da yapmadım. Acımı, korkumu, endişemi, duygularımı kendime sakladım. bundan başka tabii iyileşeceğine pek inanmıştım ki, geriye doğru dönüp bu yıllara baktığında, üzülsün de istemedim. Biz anne- oğul aşacaktık. Aralıksız kendimden bahsediyor gibi olmayayım, iki sene bütün aile birlikte uğraş ettik biz. Fakat olmadı. Elimizden kaydı gitti…
Antidepresan alıyor musun?
-Hayır. Fakat neler neler yaşadık bu iki yılda. İlik nakli oldu, benden ilik alındı. Doktorlar, “Bu durumlarda anneye, babaya, hatta çocuğa da antidepresan veriyoruz!” dediler. Fakat Pars da kullanmadı, Harun da. Ben de almadım. Fakat ben birtakım rahatsızlıklar geçirdim.
Ne gibi?
-Geceleri dişlerimi sıkıyormuşum, dişlerim çatladı. Gözümün üzerinde kist çıktı, ameliyat oldum. Bastırıyorsun, bastırıyorsun. Fakat bir yerden patlak veriyor. derhal, annemin verdiği bir hap var, bitkisel, minik minik onu kullanmaya başladım. Fakat ilacın fazla bir faydası olduğunu düşünmüyorum. İçimdeki o alev topu devam…
Nasıl yani?
-Hissettiğim acı, işte o alev topu… Birileri, içime atmış gibi. Üzerinde alevler olan bir top. Oradan oraya çarpıyor içimde. Dönüyor dönüyor, bütün vücudumu sarıyor. Daha Sonra kora dönüyor, o koru da hissediyorum. “Bitti mi yahut?” derken, yangın her yerde başlıyor. İlacın veya herhangi bir şeyin üstünlük edeceğini düşünmüyorum. Olur Ya mental olarak bir zaman edecektir. Fakat aralıksız ilaçla da yaşanmaz. Yapacak bir şey değil, ateş düştüğü yeri yakıyor. Ömür boyu da yakacak.
Sabahları uyandığında…
-Uyuyamıyorum ki! Azıcık dalmışsam, dudaklarımda belli belirsiz bir gülüş oluyor… Birkaç saniyeliğine… Çünkü Ponçik, hayatta gibi geliyor… Sonradan, onu son gördüğüm an beliriyor zihnimde. (Ağlıyor)… Cansız bedenine son sarılışım. O melek yüzüyle huzur içinde uyurken fakat hali, hiç gitmiyor gözümden önünden… Ben artık uyuyamıyorum, beynim uyumayı reddediyor. Vücudum yorgunluktan iflas edip uyumak istese de beyin direniyor, uyumuyor. İlaçla uyuyabilmek istiyorum ve dua ediyorum “N’olur oğlumu rüyamda görebileyim” diye.
Nasıl bir çocuktu?
-Fazla başka bir ruhtu. Bilge bir çocuktu. Herkese bir şeyler öğretti, ailede. Bana fazla düşkündü, ben de ona. Beren’le olduğu gibi onunla da özel bir bağ vardı aramızda. Ponçik, galiba benim en yakın arkadaşımdı. O yüzden “yarım” hissediyorum derhal kendimi. Birbirimizin yansıması gibiydik biz. Natürel ancak cümbür cemaat düşkündür çocuklarıana lakin amansız bir hastalıkla çaba ederken, 7/24 yanına oluyorsunuz. İkimiz karşılıklı oda kullanıyorduk. Çünkü gece bakımı vardı. Alması gereken ilaçlar vardı. Hem annesi ayrıca hemşiresi hem sırdaşı ayrıca arkadaşıydım. Bana ilişkimle ilgili tüyo bile veriyordu, “Şöyle yap, böyle yap!” diyordu. Matrak, hayat dolu, dünya tatlısı bir çocuktu. Şefkatli, insancıl. Bir gün bile bana sormadı, “Ben ne süre iyileşeceğim? Ne zaman diğer çocukları gibi okula gideceğim?” diye. “Ben niçin bu hastalığa yakalandım?” diye ayaklanma etmedi. Çünkü üzmek istemedi, kimseyi. Hele beni… Asla! Gözümün içine bakardı bir mutsuzluğum var mı diye. Ben de onu üzmek istemezdim. Hastanede altında iner, tuvalette ağlayıp ağlayıp, sonradan yüzümü toparlayıp, pek çıkardım odasına ve gücümü toplayıp, “Hadi acilen Monopoly oynayalım!” derdim. Lakin hisleri kaslı bir çocuktu. Biz, birbirimizin içini okurduk. derhal da saçma ola ki fakat “Üşüyor mu, aç mı?” diye düşünüyorum. Natürel ancak makul bir açıklaması değil ama, “Beni fazla özler, o bensiz ne yapar ama?” diyorum. Ben ilaçlarını filan verirken, gözlerimin içine bakardı, o kadar güvenirdi bana. Şimdi tabi acele ile edemiyorum: “Korkuyor mu? Üşüyor mu? Karanlıkta mı? Aydınlıkta mı? Nerede?” O yüzden, “Ponçik benimlesin!” yazdım o gün. “Nerede olduğunun hiçbir önemi yok. Annen seni bırakmayacak, daima yanında…”